ŞİMDİ DİNLE

ŞİMDİ DİNLE
League of legends oynarken dinlenecek müzikler

31 Mart 2020 Salı

AMUMU Hikayesi

YANLIZ MUMYA AMUMU

''Ölülerden bile daha yalnız olmak mümkün.''

Shurima'lı yalnız ve melankolik Amumu, bir arkadaş bulabilmek ümidiyle dünyayı karış karış dolaşıyor. Etkisi altında olduğu kadim lanet yüzünden dokunduğu, sevdiği her şeyin felaketi olduğundan, sonsuza dek yapayalnız kalmaya mahkûm. Onu gördüğünü iddia edenler ufak yapılı, yosun rengi, sargılarla kaplı Amumu'yu yaşayan bir cesede benzetiyor. Amumu, nesiller boyu anlatılan ya da dile getirilmeyen pek çok efsaneye konu olmuş; öyle ki, artık ona dair neyin gerçek neyin yalan olduğunu ayırt etmek imkânsız bir hâl almış durumda.


Shurima'nın çetin halkı, bazı gerçeklerden oldukça emindir: Rüzgâr sabahları her zaman batıdan eser, gökte dolunay varken mideyi tıka basa doldurmak uğursuzluk getirir ve gömülü hazineler, her zaman en ağır taşın altında bulunur. Ancak Amumu'un hikâyesi, onlardan biri değil.

Bazı söylentiler Amumu'nun, Shurima'nın başındaki en eski ailenin bir ferdi olduğunu ve etini hızla çürüten korkunç bir hastalığın pençesine düştüğünü anlatır. Ailenin en küçüğü olan Amumu, odasında karantinada yaşar ve duvarların ötesinden hıçkırıklarını duyan hizmetçi bir kızla arkadaşlık eder. Bu kız tahtın yalnız varisine saraydaki son haberleri anlatır ve onu büyükannesinin mistik güçlerine dair hikâyelerle avutur.

Bir sabah Amumu'ya hayattaki son erkek kardeşinin de vefat ettiğini ve böylece onun Shurima İmparatoru olduğunu haber verir. Bu acı haberi tek başına kaldırmasını istemediğinden, kapıyı açarak onu teselli etmek için içeriye koşar. Kıza sarılan Amumu, dokunuşuyla onu da ailesiyle aynı korkunç kadere mahkûm ettiğini fark edip ellerini geri çekse de nafiledir.

Kız öldükten sonra, büyükannesi genç imparatora lanetler yağdırır. Ona göre Amumu, torununun katilidir. Lanet etkisini gösterdiğinde, Amumu kehribarın içine hapsolan bir böcek misali o ıstırap dolu anın içinde tutsak kalır.

Diğer bir hikâyedeyse korkunç bir kibirden, zalimlikten ve zorbalıktan bahsedilir. Genç yaşta Shurima İmparatoru olan Amumu, güneşin onu kutsadığına inanarak halkını, kendisini tanrı kabul etmeye ve ona tapınmaya zorlar.

Amumu altın bir yeraltı mezarının içinde gömülü, Angor'un Gözü adı verilen ve ona gözlerini kaçırmadan, yürekli bir şekilde bakabilenlere sonsuz yaşam bahşettiği söylenen kadim bir eşyanın peşindedir. Köleleriyle birlikte yıllar yılı bu hazineyi bulmak için uğraşır; onu yeraltındaki labirentvari dehlizlerde taşıyan köleleri, Amumu ilerleyebilsin diye önden giderek vahşice tuzaklara yakalanıp can verir. Sonunda muazzam, altın kemerli geçide ulaşan Amumu, burada düzinelerce taş ustası adamına mühürlü kapıyı açmalarını emreder.

Genç imparator Angor'un Gözü'ne kavuşmak için aceleyle içeri dalınca, köleleri ellerine geçen şansı değerlendirerek taş kapıyı Amumu'nun arkasından kapatıp mühürler. Kimileri, çocuk yaştaki imparatorun uzun yıllar karanlığa mahkûm olduğunu, yalnızlıktan delirip kendi derisini parçaladığını ve bu yüzden bandajlara sarılı olduğunu söyler. Göz sayesinde uzun yıllar hayatta kalan Amumu, geçmişte yaptığı hataları düşünerek tefekküre dalar; ancak sonsuz yaşamın bedeli, sonsuza dek yalnız kalmaktır.

Bir gün, arka arkaya yaşanan şiddetli depremlerle anıt mezar parçalanınca, imparator aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmeden dışarı çıkar. Bundan böyle amacı, geçmişte diğerlerine yaşattıklarını telafi etmektir.

Başka bir hikâyede Amumu, Shurima'nın ilk ve tek yordle hükümdarıdır ve insan kalbinin saflığına olan inancıyla tanınır. Onu hakir görenlere inat, tek bir gerçek arkadaş edinene dek bir dilenci olarak yaşamak üzerine yemin ederek Shurima'lıların, hemşerilerinin yardımına koşacağını söyler.

Oysa hırpani görünümlü bu yordle'ın yanından geçen binlerce insandan hiçbiri, ona yardımcı olmak için elini uzatmaz. Amumu'nun kederi zamanla içinde öyle büyür ki, sonunda kalp kırıklığından hayata gözlerini yumar. Ancak ölüm, onun için bir son değildir. Bazıları onu halen geceleri çölde dolaşıp, insanlara olan inancını tazeleyebilecek birilerini ararken gördüğünü iddia eder.

Hikâyeler farklı olsa da, ortak noktaları görmek zor değil. Ne yaşanırsa yaşansın Amumu her seferinde boşluğa düşmeye, ilelebet yalnız ve arkadaşsız kalmaya mahkûm. Yalnızlığını dindirecek birilerini bulmak için sonsuza dek çabalıyor ve lanetli varlığı, dokunduğu herkesi ölüme sürüklüyor. Sobada ateşin en harlı yandığı soğuk kış gecelerinde, asla onu avutacak bir arkadaş bulamayacağını bilerek çölde çaresizce gözyaşı döken Hüzünlü Mumya'nın sesini duymak mümkündür.

Kefaret, akrabalık, belki de azıcık bir yakınlık kırıntısı; Amumu'nun aradığı her ne ise, şafakta rüzgâr nasıl hep batıdan eserse, onun da aradığını henüz bulamadığı kesin.

TAMAH VE GÖZYAŞLARI

''Tanrılar çok öfkelenmişti ve yeryüzünü sarstılar. Çatırdayan toprakta yarıklar açıldı,'' dedi ihtiyar Khaldun, keskin yüz hatlarını aydınlatan ateşin ışığında. ''İşte bu yarıklardan birinin içine macera ateşiyle yanıp tutuşan genç bir adam daldı. Bir açıklık buldu; bu, Çakal bilir ne zamandır saklı kalmış bir yeraltı mezarının girişiydi. Adamın evde doyuracak çocukları ve mutlu etmesi gereken bir karısı vardı. Bu yüzden karşısına çıkan bu fırsatı değerlendirmek için gözünü karartıp içeri girdi.''

Çoluk çocuk, genci yaşlısıyla herkes ihtiyar adamın anlattığı hikâyeyi dinlemek için toplanmıştı. Hepsi perişan hâldeydi. O gün çok yol kat etmişlerdi ve Shurima güneşi acımasızdı ama Khaldun'un nadiren anlattığı hikâyelerin de tadına doyum olmuyordu doğrusu. Gecenin ayazından korunmak için pelerinlerine iyice sarınıp ihtiyar adama doğru sokulmuşlardı.

''Yeraltı mezarının içindeki serinlik, dışarıdaki kavurucu havadan sonra iyi gelmişti. Genç adam bir meşale yaktı. Meşalenin ışığıyla belirginleşen gölgeler, adamın önünde adeta dans ediyordu. Olası tuzaklara karşı temkinli adımlar atmaya başladı genç adam. Fakir olabilirdi ama kesinlikle ahmak değildi.

İçerideki dümdüz obsidiyen duvarlara kadim kabartma yazı ve resimler işlenmişti. Gerçi okuması yoktu; sonuçta o basit bir adamdı, ama yine de resimleri incelemekten geri kalmadı.

Hizmetkârların taşıdığı bir güneş kursunun üzerine bağdaş kurup oturmuş, gülümsemesiyle insanın içini aydınlatan bir çocuk prens gördü. Önünde hazinelerle dolu sandıklar serilmişti; biraz ötedeyse sandıkları getiren ve saygıyla eğilip selam duran, tuhaf kıyafetli elçiler görünüyordu.

Başka bir kabartmadaysa halkının arasında yürüyen çocuk prensin yine ışık saçan güler yüzü tasvir ediliyordu. Tebaası, prenslerinin önünde yere kapanmıştı. Çocuğun tacı, özenle şekil verilmiş güneş ışınları saçıyordu.

Kabartma resimlerden birinin önünde som altından bir heykelcik duruyordu. Sadece bu heykelin ederi bile genç adamın on ömür boyu çalışıp kazanabileceğinden fazla görünüyordu. Adam heykeli aldığı gibi heybesine attı.

Oyalanmaya hiç niyeti yoktu. Başkalarının da buraya gelmesinin fazla sürmeyeceğinin farkındaydı. Geldikleri zaman burada olmak istemiyordu. Tamahkârlık en muhteşem insanların bile gözünü kör edebilen bir şeydi; genç adam gelenlerin bu altın heykel ve yeraltı mezarının derinlerindeki başka hazineler uğruna gözlerini bile kırpmadan kanını akıtabileceklerini biliyordu. Gelgelelim genç adamın pek çok kusuru olsa da hırs bunlardan biri değildi. Bu yüzden daha da ilerlemeye gerek görmedi. Derinlerde saklı diğer hazineler varsın başkasının olsundu.

Yeraltı mezarından çıkmadan önce gözü son bir kabartma resme takıldı. Prens ölmüştü ve boylu boyunca bir kaidenin üzerinde yatıyordu. Çevresini saranlar yas tutuyordu... ama arka tarafta kutlama yapan insanlar görünüyordu. Bu çocuk prens çok mu seviliyordu yoksa zorbanın teki miydi? Anlamanın imkânı yoktu.

Ansızın karanlığın içinden, tüylerini diken diken eden bir ses duydu genç adam.

Meşalesini önünde tutup fal taşı gibi gözlerle etrafına bakındı... Koca bir hiç.

'Kim var orada?' diye seslendi. Aldığı tek karşılık, sessizlik oldu.

Genç adam başını salladı. 'Rüzgârın sesi işte, sersem şey,' diye geçirdi aklından. 'Sadece rüzgârın sesi...'

Sonra ses yeniden yankılandı; bu defa daha net geliyordu. Yeraltı mezarının derinlerine uzanan karanlıkta bir çocuk ağlıyordu.

Başka yerde duymuş olsa, babalık içgüdüsüyle sese doğru koşardı ama bu yeraltı mezarının karanlığında?

İçinden bir ses, var gücüyle kaçmasını söylüyordu... ama genç adam kaçmadı. Ağlamaklı hıçkırık sesleri yüreğini dağlıyordu. Her hıçkırık öylesine acı, öylesine keder doluydu ki...

Bu yeraltı mezarının başka bir girişi daha olabilir miydi acaba? Yoksa küçük bir çocuk bir şekilde buraya düşüp yolunu mu kaybetmişti?

Meşalesini iyice kaldırıp ilerlemeye başladı genç adam. Ağlama sesi karanlığın içinde belli belirsiz yankılanmaya devam ediyordu.

Sonunda genç adam geniş bir salona vardı; salonun zemini kapkara bir ayna gibiydi. Duvarları süsleyen mücevherler ve salonu dolduran altın yadigârlar soluk ışıkta ona göz kırpıyordu. Salona girmek için temkinli bir adım attı genç adam.

Topuğu yüzeyle temas eder etmez bütün zemine halkalar hâlinde dalgacıklar yayıldı ve genç adam ani bir refleksle ayağını geri çekti. Su. Bu salonun zemini ayna gibi bir obsidiyenden falan yapılmamıştı; sadece suyla kaplıydı.

Diz çöküp bir avuç su aldı ve dudaklarına yaklaştırdı genç adam. Diline temas etmesiyle suyu tükürmesi bir oldu. Su tuzluydu! Shurima'nın göbeğinde, en yakın denizden fersahlarca uzakta böyle bir şey nasıl olabilirdi?

Çocuğun ağlayışını bir kez daha duydu genç adam; ses bu defa daha yakından geliyordu.

Tam meşalesini kaldırıp önüne doğrultmuştu ki ışığın ulaştığı son noktanın az ötesinde bir karaltı fark etti. Karaltı, sırtını adama dönüp çömelmiş bir çocuğun şeklini andırıyordu.

Adam temkinli bir adımla salona girdi. Zemini kaplayan su pek de derin sayılmazdı. Ensesindeki bütün tüyler diken diken olmuştu; korkudan nefesi kesiliyordu ama adam dönüp kaçmamak için direndi.

'Kayıp mı oldun?' diye sordu, karaltıya yaklaşırken. 'Buraya nasıl geldin?'

Karaltı adama doğru dönmedi... ama nihayet konuştu.

'Ben... Ben hatırlamıyorum,' dedi. Karaltıdan gelen ses, genç adamın etrafında adeta yüzüyor, duvarlardan yankılanıyordu. Çocuk eski bir aksanla konuşuyordu. Kullandığı kelimeler kulağa bir tuhaf geliyordu... ama anlaşılıyorlardı. 'Kim olduğumu hatırlamıyorum.'

'Sakin ol, ufaklık,' dedi adam. 'Her şey yoluna girecek.'

Adam biraz daha yaklaşınca karaltının ayrıntıları belirginleşmeye başladı ve adamın gözleri bir anda yuvalarından uğradı.

Karşısındaki şekil, akikten oyulmuş bir tanrı heykelinden başka bir şey değildi. Ne duyduğu hıçkırıklar ne de çocuk sesi bu heykelden gelmiş olabilirdi.

Tam bunları aklından geçirirken minicik, kupkuru bir el adamı yakaladı.''

Dinleyicilerin en küçüğü heyecan içinde nefesini tuttu, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Öteki çocuklar kahkahayı bastı ama korkmamış numarası yaptıkları her hâllerinden belliydi. İhtiyar Khaldun, altın dişini ateşin ışığında parıldatarak sırıttı. Sonra hikâyesine devam etti.

''Genç adam bakışlarını aşağı çevirdi. Minik prensin ketenler sarılı cesedi, burnunun dibinde duruyordu. Suratının tamamı defin sargılarıyla kaplı olmasına rağmen, canı çekilmiş çocuğun göz yuvalarından donuk, hayaletimsi bir ışık yayılıyordu. Ceset çocuk, adamın elini tuttu.

'Arkadaş olalım mı?' diye sordu çocuk, sargıların altından boğuk gelen bir sesle.

Adam elini çocuğunkinden kurtardığı gibi geriye sıçradı. Genç adam koluna baktığında içini bir dehşet kapladı; gözlerinin önünde elindeki kan çekiliyor, eli morarıp kuruyordu. Elini mahveden duygu, kolundan yukarı tırmanmaya başladı.

Dehşete yenik düşen adam arkasına bile bakmadan kaçmaya koyuldu. Genç adam, o korku ve telaş arasında meşalesini düşürdü. Gözyaşı gölüne düşen meşale tıslayarak söndü ve yeraltı mezarına bir karanlık çöktü. Yine de gün ışığının çıkışta oluşturduğu aydınlığı ayırt edebiliyordu genç adam. Kolundan yukarı doğru sinsice tırmanan ölüm dalgasına aldırmadan düşe kalka aydınlığa doğru koştu.

Ölü çocuğun kendisini her an yakalayabileceği korkusuyla kalbi gümbür gümbür atıyordu... ama öyle bir şey olmadı. Sanki bir sonsuzluk denizine düşmüştü ve asırlardır koşuyordu... Oysa gerçekte göz açıp kapayıncaya kadar karanlıktan fırlamış ve kendini yeniden çöl sıcağında bulmuştu genç adam.

Arkasından 'Özür dilerim,' diye yankılanan hüzünlü bir ses duydu. 'İsteyerek olmadı.'

İşte böylece Amumu'nun Mezarı toprağın altından çıkmış oldu,'' dedi ihtiyar Khaldun. 'İşte ölümden dönen çocuk dünyamıza böyle salıverildi.''

Kısa bir sessizliğin ardından ''Ama Amumu gerçek değil ki! Bunu bilmeyen yok!'' diye çıkıştı çocukların en büyüğü.

''Amumu gerçek bir kere!'' dedi en küçükleri. ''Kendine bir arkadaş bulmak için dolaşıp duruyor!''

''Gerçek ama çocuk değil,'' dedi bir başkası. ''Amumu bir yordle!''

Khaldun güldü ve eğri büğrü bir bastondan destek alarak ayağa kalktı.

''Ben yaşlı bir adamım ve yarın gidecek çok yolumuz var,' dedi. ''Yatmak için geç bile kaldım.''

Onu dinleyenler yavaş yavaş dağılmaya başladı; yüzleri gülüyor, fısıldaşarak huzurla sohbet ediyorlardı ama çocuklardan biri yerinden kımıldamamıştı bile. Minik kız gözlerini dikmiş, Khaldun'a bakıyordu.

''Dede,' dedi sonunda. ''Sen kolunu nasıl kaybetmiştin?''

İhtiyar Khaldun mintanının, savrulmasın diye omzuna iğnelediği boş koluna baktı, sonra da küçük kıza hınzır bir gülücük attı.

30 Mart 2020 Pazartesi

ALISTAR HIKAYESI


MINOTOR ALISTAR

Noxus'a direnen çok ulus oldu ama hiçbiri Büyük Duvar Dağlarının klanları kadar uzun süre karşı koymadı. Bu yiğit minotorlar kadim Zaun şehrine giden kara ticaret yollarını yüzyıllar boyu korumuş olsa da Valoran'ın genelindeki daha büyük savaşlara katılmaktan hep kaçınmışlardı.

Asil savaşçı Alistar tüm klanlardan saygı görürdü. Dağın zirvelerinde yankılanan kükremesi minotor topraklarına izinsiz girenlerin en cesurunu bile korkutup kaçırırdı. Savaştaysa karşısına sadece ahmaklar çıkardı. Ama yine de meclisler toplandığında türdeşlerini diğer fani ırklarıyla daha sıkı bağlar kurmaya teşvik eden o olurdu. Pek çok kişi minotorları canavar ya da havyan sanıyordu. Bu da onlarla kurulan her iletişimi tatsızlaştırıyor, dışlanmalarına neden oluyordu.

Sonra Noxus, bu durumu düzeltme vaatleriyle geldi. Elçi olarak Tewain Hanesi'nin başını yollamışlardı. Bu kadın onlara imparatorluğun, doğudaki bir kıyı şehri olan Basilich'i almaya hazırlandığını açıkladı. Fakat bunu dağların güçlü klanları olmadan yapamayacaklarını söyleyip tarafsız bir bölgede barış görüşmesi yapmalarını rica etti.

Pek çok minotor bu teklifi kabul etmeye istekliydi. Bu sayede Noxus'a katılarak istedikleri güce kavuşacaklar, kabul göreceklerdi.

Fakat Alistar şüpheciydi. Son yıllarda pek çok Noxus'lu öncü birliğiyle karşılaşmıştı. Onların hilekâr ve kurnaz bir halk olduğunu biliyordu. Bu nedenle klanı Tewain'le buluşmaya onu gönderdi. Yanına da en güçlü savaşçılarından ellisini kattılar. Herhangi bir ittifak teklifini reddedeceklerdi. Diğer klanlar nasıl isterse öyle yapabilirdi ama Alistar uzaklarda yaşayan bir “Yüce General”in emrine girmeyi kabul edemezdi.

Alistar'la yanındakiler, ateşkes bayrakları altında ihanete uğradı.

Daha büyük klanlar çoktan Noxus'a sadakat yemini etmişti. Alistar rengini belli eder etmez bu klanların temsilcileri hemen onun üstüne çullandı. Savaş hızlı ve kanlı oldu. Alistar, Leydi Tewain'in kafasını elleriyle bizzat parçaladı ama kendisinin de savaşçılarının da zincire vurulması uzun sürmedi. İsyan çıkarmakla suçlanarak uzaklardaki Noxus başkentine doğru yola çıkarıldılar.

Bu talihsiz minotorlar, Can Pazarı adı verilen mide bulandırıcı bir gladyatörlük festivalinde başkentin Hesaplaşma arenalarına atıldı.

Alistar kana susamış seyircilerin tezahüratları karşısında dehşete kapıldı. Yanındaki minotorlara savaşmamaları, bu Noxus'lulara hevesle bekledikleri canice gösteriyi yaşatmamaları için yalvardı.

Festival yirmi bir gün sonra sona erdiğinde, kabilesinden bir tek Alistar hayatta kalmıştı. Kalabalığın onu taş ve çürük meyve yağmuruna tutmasından, art arda bir sürü Hesapçı'nın karşısına çıkarılmaktan gözü dönmüş bir hayvan gibi savaşmak... ve düşünmek zorunda kalmıştı. Öldürdükçe öldürdü, sonunda yurdunun anıları bile kana bulandı.

Alistar, arenalarda çalışan bir hizmetçi olan Ayelia'yla karşılaştığında eski halinden eser kalmamıştı. Genç kızı ilk gördüğünde diğer herkes gibi kendisinden korkacağını ya da onu kışkırtmaya geldiğini sanmış, böğürerek kafesinin parmaklıklarına saldırmıştı. Ama Ayelia ne korktu ne de alay etti.

Kız her gün yanına gelerek onunla saygıyla ve şefkatle konuştu. Sonunda Alistar ona aynı şekilde cevap verdi. Ayelia'nın memleketini de Noxus ele geçirmişti. Alistar'ın çektiklerini görünce, bu nefretlik şehirden birlikte kaçmaları gerektiğine karar vermişti. Kafesin parmaklıkları arasından fısıldayarak planlarını anlattı ve Alistar yıllar sonra ilk defa yurdunu, onun nasıl elinden alındığını düşünüp öfkelenmeden hatırlayabildi.

Ayelia bir gece Alistar'a hücresinin anahtarını getirdi. Bu kaçışı ayarlamak için çok fedakârlık yapmıştı. Alistar yardımlarının karşılığını on misliyle vereceğine yemin etti.

Aceleyle nehre gittiler. Orada onları bir yük teknesi bekliyordu. Fakat tam binerlerken gölgelerden Noxus'lu casuslar fırladı. Alistar kendini savaşa attı. Öfkeden gözü hiçbir şey görmüyordu. Ayelia ona defalarca seslendi ama Alistar duymadı.

Alistar saldıranların hepsini öldürdüğünde tekne çoktan uzaklaşmış, Ayelia'yı da beraberinde götürmüştü. O da yaya olarak güneye kaçtı. Hizmetçi kızı her yerde aradı ama izine bile rastlayamadı. Esir mi alınmıştı? Öldürülmüş müydü? En ufak bir ipucu bile bırakmamış gibiydi.

Birkaç hafta sonra Noxus bir askeri darbeyle kapkaranlık temellerine kadar sarsılınca arena minotorunun kaçışı unutulup gitti.

Alistar artık kimliğini olabildiğince gizleyerek tek başına yolculuk ediyor. Noxus'un ele geçirdiği bölgelerdeki halkı direnişe teşvik ediyor ve ezilenlerle sömürülenlerin adına dövüşüyor. Ancak kalbindeki utançtan kurtulup her kötülüğün ve her iyiliğin karşılığını verdiğinde öfkesini geride bırakıp dağlardaki yurduna dönecek.

Ve uğradığı her şehirde hâlâ Ayelia'nın akıbetini soruşturuyor.

Akali hikayesi


EFENDISIZ SUIKASCI AKALI

Dizginsiz büyüler diyarı Ionia'nın hayat dolu halkı ve güçlü ruhları uyum içinde yaşamaya çalışıyor. Ama bazen bu huzur dolu dengeyi korumak hiç de kolay olmuyor. Bazen birilerinin müdahale etmesi gerekiyor.

Kinkou, kendini Ionia'nın kutsal dengesinin koruyucusu olarak gören bir tarikat. Tarikatın sadık üyeleri hem ruhani hem maddi dünyada gezerek iki dünya arasındaki anlaşmazlıkları çözüyor, gerektiği zaman da güç kullanarak müdahale ediyorlar. Bu tarikatın üyelerinden meşhur Gölgenin Yumruğu Mayym Jhomen Tethi'nin, Akali adlı bir kızı oldu. Mayym ve eşi Tahno, kızlarını Alacakaranlığın Gözü Büyük Usta Kusho'nun dikkatli liderliğiyle yönetilen Kinkou Tarikatı'nın saflarında büyüttüler.

Ailesinin göreve gitmesi gerektiğinde, Akali'ye tarikatın diğer üyeleri ebeveynlik yaptı. Fırtınanın Kalbi Kennen küçük kızla saatlerini geçirerek ona shuriken kullanmanın inceliklerini öğretti ve güçlü olmaktansa hızlı ve çevik olmasına ağırlık verdi. Akali zaten “büyümüş de küçülmüş” bir çocuktu. Verilen her bilgiyi, suyu emen bir sünger gibi benimsiyordu. Annesiyle babasının yolundan gideceği kısa sürede belli oldu. Büyük Usta'nın kendisine selef seçtiği oğlu Shen'le birlikte, kendini Ionia'nın dengesini korumaya adamış yeni bir kuşağa liderlik edecekti.

Fakat denge uzun süre korunamaz. Kinkou tarikatı da bir gün ikiye bölündü.

Zed adında, dikbaşlılığından ötürü Kinkou'dan ayrılmış eski bir üye geri dönüp Kusho'yla şiddetli bir çatışmaya tutuştu. Sonunda, kanlı bir darbeyle liderliği ele geçirdi. Akali; annesi Mayym, Shen, Kennen ve birkaç başka üye ile doğudaki dağlara kaçtı. Tahno ne yazık ki kaçabilenlerin arasında değildi.

Kinkou'nun Zed'in eliyle acımasız Gölge Tarikatı'na dönüştürülmesi tamamlanmak üzereydi. Fakat yeni Alacakaranlığın Gözü olan Shen, kaybettiklerini yeniden kurmaya niyetliydi. Kinkou'nun üç temel felsefesine geri döneceklerdi: Yıldızları Seyretmek ile tarafsız olmak, Güneş'i Yolunda Tutmak ile yargı vermek ve Ağacın Budanması ile dengesizliğin ortadan kaldırılması. Sayıları artık çok azdı ama çömezleri eğitip düzenlerini onardılar ve sayıları bir kere daha arttı.

Akali on dört yaşına basıp Kinkou eğitimine resmi olarak başladığında, yeni Gölgenin Yumruğu olarak annesinin yerine geçmekte kararlıydı.

Dövüş konusunda tam bir dâhiydi. Savaşırken kullanılan bir çeşit orak olan kama'yı ve atılarak kullanılan bıçaklar olan kunai'leri kullanmakta hemen ustalaşmıştı. Diğer tarikat üyelerinin çoğunun aksine büyü gücü olmasa da annesinin unvanına layık olduğunu kanıtlamıştı. Bir süre sonra annesinin yerine yaşça en küçük çömezlerin eğitimine yardımcı olmaya başladı.

Ama Akali'nin gözünden hiçbir şey kaçmıyor, içinde fırtınalar kopuyordu. Kinkou ile Gölge Tarikatı, Noxus işgali nedeniyle istemeye istemeye ateşkes ilan etmiş olsa da yurdunun acılar içinde boğulduğuna şahit oluyordu. Amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştiremediklerini sorgulamaya başladı. Ağacın Budanması, kutsal dengeyi tehdit edenlerin ortadan kaldırılması anlamına geliyordu. Ama Shen ona hep kendisine hâkim olmasını söylüyordu.

Onu engelliyordu. Kendi ruhunu mantralarla, meditasyonla yatıştırabilirdi ama rakiplerini beylik sözlerle yenemezdi. Yaşından ileri zekâsı bir süre sonra itaatsizliğe dönüştü. Shen'le tartıştı, ona kafa tuttu ve Ionia'nın düşmanlarını kendi yöntemiyle ortadan kaldırdı.

Kinkou'nun yetersizliğini, bütün o ruhani denge ve sabır konuşmaları yüzünden hiçbir başarı elde edemediğini bütün tarikatın önünde ilan etti. Ionia'lılar maddi dünyada ölüyorlardı. Akali de bu dünyayı savunacaktı. Suikastçı olmak üzere eğitim almıştı. O zaman suikastçı olacaktı. Artık tarikata ihtiyacı yoktu.

Shen ona karşı çıkmadı, ayrılmasına izin verdi. Bu yolun, Akali'nin kendi başına yürümesi gereken bir yol olduğunu biliyordu. Belki bir gün yine onlara dönecekti ama dönecekse de bu kararı kendisi verecekti.

29 Mart 2020 Pazar

Ahri hikayesi


AHRI DOKUZ KUYRUKLU TİLKİ

Runeterra’nın gizli güçlerine doğuştan bağlı olan Ahri, büyüyü saf enerjiden oluşan kürelere dönüştürebilen bir vastaya. Avlarının yaşam özlerini çalmadan önce duygularıyla oynamaktan gerçekten keyif alıyor. Ancak avcı tabiatına karşın Ahri içine çektiği ruhlarla birlikte kurbanlarının bazı hatıralarına da sahip olduğundan, içinde bir çeşit empati taşıyor.

Kuzey Ionia’nın karlı ormanlarına terk edilen Ahri, öz ailesi hakkında ona bırakılan bir çift ikiz mücevher dışında hiçbir şey bilmiyordu. Gündüz avına çıkmış buz tilkisi sürüsüne katılarak kısa süre içerisinde onlardan biri olmuştu. Ona türünün büyülerini öğretecek kimsesi olmayan Ahri, içgüdüsel şekilde çevresindeki dünyayı kullanmayı öğrenerek yıkıcı küreler oluşturmaya ve avlarını yakalayabilmek için reflekslerini hızlandırmaya başladı. Yeterince yaklaşabildiği geyikleri tamamen huzurlu hâle bile getirebiliyor; öyle ki, bedenlerine dişlerini geçirdiğinde bile sükûnetlerini bozmuyorlardı.

Ahri insanlarla ilk defa bir bölük ordu ininin yakınlarında kamp kurduğunda karşılaştı. Davranışları ona fazlasıyla garip gelmişti ve Ahri insanlar hakkında daha fazla şey öğrenmek için uzaklardan merakla onları izledi. En çok ilgisini çeken kişiyse müsrif arkadaşlarına hiç benzemeyen ve öldürdüğü hayvanların bütün parçalarını kullanmasıyla ona tilki ailesini hatırlatan avcıydı.

Avcı bir ok ile yaralandığında Ahri hayatının kaybolup gidişini hissetmişti. İçgüdüsel olarak bedeninden ayrılan hayat özünü içine çekmesiyle adamın hatıralarından kısa anlar ele geçirmişti. Eşini savaşta kaybedişini, demir ve taştan yapılmış garip bir diyardaki çocuklarını görmüştü. Adamın duygularını, korku ve kederden neşeye çevirebildiğini fark etti ve ölürken onu güneşin aydınlattığı bir çayırın hayaliyle büyüledi.


Avcının yaşamını içine çekerken aldığı hazla çılgına dönen Ahri kendini hiç olmadığı kadar canlı hissetti ve daha fazla kurban bulma umuduyla Ionia’yı gezmeye başladı. Avlarıyla oynamaktan büyük keyif alıyor, hayat özlerini çalmadan önce duygularını allak bullak ediyordu. Onları güzel manzaralarla büyülüyor, derin özlem sanrılarıyla etkiliyor ve bazen zihinlerinde saf kederle harmanlanmış rüyalar oluşturuyordu.

Kendine ait olmayan hatıralar onu adeta sarhoş ediyor, başkalarının hayatlarında büyük keyif buluyordu. Ahri çaldığı hayallerde bir gölge tapınağına hayatını adamış insanlar, güneşin vücut bulmuş hâli olan tanrıya sunulmuş adaklar, yalnızca şarkıyla iletişim kuran, kuşları andıran vastayalar ve benzerlerini daha önce hiç görmediği dağlık manzaralar izledi. Bir belirip bir kaybolan ve daha fazlasını istemesine neden olan hayallerde kalp kırıklığı ve mutluluğu deneyimlerken, Noxus’lu istilacılar tarafından katledilen Ionia’lı köylüler için ağladı.

Hatıralar onu doğadışı bir tilki iblis hakkındaki hikâyeye götürdüğünde Ahri çok şaşırmıştı. Daha fazla hayat özünü içine çektikçe kurbanlarıyla daha fazla bağ kurmaya başladı ve aldığı bunca can yüzünden kendini suçlu hissetti. Hakkındaki efsanelerin doğru olduğundan korkmaya başlamıştı; o, zalim bir canavardan başkası değildi. Ancak uzun süre beslenmediği zamanlarda gücünün söndüğünü hissediyor ve bunu yeniden yapmak zorunda kalıyordu.

Ahri yalnızca küçük miktarlarda hayat özü çalarak kendini kontrol etmeyi denedi. İçine çektiği bir ya da iki hatıra, kurbanlarının da hayatta kalmasını sağlıyordu. Bir süreliğine bunu başarsa da bitmeyen açlığının verdiği acıya dayanamayarak yeniden kendini kaybetti ve bütün bir sahil kasabasının hatıralarıyla kendine ziyafet çekti.

Yaptığı hata nedeniyle büyük acı duyan Ahri kendini asla affedemedi ve hissettiği keder, varoluşunu sorgulamasına neden oldu. Ardından dizginleyemediği arzularını kontrol etme umuduyla orman mağaralarına çekilerek kendini dış dünyadan soyutladı. Yıllar sonra yeniden ortaya çıktığında hayatın her yönünü kendi gözlerinden deneyimlemeye kararlıydı. Her ne kadar ara sıra biraz hayat özüne ihtiyaç duysa da, içindeki öldürme dürtüsüne engel oldu. Elindeki ikiz mücevherler dışında kendisi hakkında hiçbir şey bilmeyen Ahri, kendisi gibi başka kişiler bulmak amacıyla yola koyuldu. Artık ödünç hatıralar ve bilinmedik rüyalara bel bağlamayacaktı.

Aatrox hikayesi


AATROX DARKIN KILICI

Darkin Kılıcı'nı iblis sananlar da oldu, ilah da. Her halükârda, hakkında bir sürü hikâye anlatıldı. Ama gerçek adını da, düşüşünün öyküsünü de bilenler yok denecek kadar az.

Çölün kumlarının imparatorluğu yutmasından çok önceki devirlerde, Shurima'nın ünlü ve kahraman bir savaşçısı, adı artık unutulmuş bir semavi varlığın dünyadaki bedeni olmak için Güneş Kursu'nun önüne getirilmişti. Yükseliş'e ermekle ödüllendirilen bu savaşçının altın rengi şafak ışığından kanatları vardı. Zırhı, ışığını sonsuz karanlığın ötesine bile yollayabilen bir umut yıldızı gibi parlıyordu.

Adı Aatrox'tu. Her asil savaşın en ön safında o vardı. Hareketleri o kadar dürüstçe ve adildi ki diğer ilah-savaşçılar hep onun bayrağı altında toplanır, on bin Shurima'lı ölümlü savaşa onun ardından yürürdü. Yükseliş'e ermiş savaşçı kraliçe Setaka, Icathia isyanını bastırmak için yardımını istediğinde Aatrox tereddütsüz kabul etti.

Fakat isyancıların dünyaya salacağı dehşetin boyutlarını kimse tahmin edememişti. Hiçlik, Icathia'lı kerametçilerin boyunu hızla aşarak karşısına çıkan her canlıyı ufalayıp yok etmeye başladı.

Aatrox ve kardeşleri yıllar süren umutsuz bir savaş vererek sonunda Hiçlik'in gözü dönmüş ilerleyişini durdurmayı başardılar ve dünyaya açılan en büyük yarıkları mühürlediler. Ama karşılaştıkları dehşet, bu olaylardan sağ çıkabilen ve kendilerine Güneşten Doğan adını takmış olan Yükseliş'e ermiş savaşçıları sonsuza dek değiştirmişti. Shurima muzaffer olmuştu ama bu zaferi getiren savaş ülkeden de, soylu Aatrox'tan da çok şey götürmüştü.

Zamanla Shurima, tüm imparatorlukların eninde sonunda çökeceği gibi çöktü.

Savunacak bir hükümdar, varlıklarını tehdit eden Hiçlik'e karşı verilecek bir sınav olmayınca Güneşten Doğanlar birbirlerine düştüler. Sonunda anlaşmazlıkları, dünyalarından kalan yıkıntıları ele geçirmek uğruna yapılan bir savaşa dönüştü. Bu çatışmadan kaçan ölümlüler onlara, duydukları nefreti yansıtan yeni bir isim verdiler: darkin.

Ahlaki değerini yitirmiş bu varlıkların Runeterra için en az Hiçlik istilası kadar tehlikeli olduğunu gören Targon'lular, sonunda olaylara müdahale etti. Bu savaşta Alacakaranlığın Sureti'nin ölümlülere darkinleri nasıl hapsedeceklerini öğrettiği, yeni ortaya çıkan Savaşın Sureti'nin ise pek çok kişiyi bir araya getirip onlara karşı mücadele edebilmelerini sağladığı söylenir. Hiçbir düşmandan korkmayan Aatrox ve orduları bu savaşa hazırdı. Faka bastırıldıklarını ise çok geç anladı. Bin tane sönmüş güneşten bile daha büyük bir güç, onu sayısız defa savaşa götürdüğü kılıcın içine çekti ve ölümsüz özünü sonsuza dek kılıca bağladı.

Bu kılıç artık Aatrox'un zindanıydı. Bilinci boğucu, sonsuz karanlığın içine hapsedilmiş, ölme yetisi bile elinden alınmıştı. Aatrox yüzyıllar boyu bu cehennemden beter hapishaneden çıkmaya çalıştı. Ta ki kim olduğu bilinmeyen bir ölümlü büyük bir ahmaklık edip kılıcı yeniden savaşa götürmeye karar verene kadar. Aatrox bu fırsatı kaçırmadı. İradesiyle ölümlünün iradesini kırdı ve bedenini zorla kendi asıl haline benzetti. Fakat bütün bunlar yeni bedeninin canını çabucak alıverdi.

Sonraki yıllarda Aatrox, üstün bir güce ve dayanıklılığa sahip pek çok kadın ve erkeğin bedenini ele geçirip kullandı. Yaşarken böyle büyülerden pek anlamazdı ama zamanla bir ölümlüyü bir nefeslik süre içinde kontrol altına almayı öğrendi. Savaşırken de daha iri ve güçlü olmak için kurbanlarını yiyebileceğini fark etti.


Aatrox, Yükseliş'e ermiş eski haline dönebilmek için bir çare arayarak Runeterra'yı umutsuzca, durup dinlenmeden, karış karış gezdi. Fakat kılıcın bilmecesi çözülemiyordu. Sonunda ondan hiç kurtulamayacağını anladı. Çalıp kaba saba bir biçim verdiği insan eti, gözüne eski halinin gülünç bir taklidi gibi görünmeye başlamıştı. Kılıçtan az daha büyük bir hücreden başka bir şey değildi. Çaresizlik ve tiksinti yüreğine kök salmaya başladı. Bir zamanlar Aatrox'ta beden bulan semavi güçler hem yeryüzünden hem de hatıralardan tamamen silinmişti.

Bu adaletsizliğin verdiği hiddetle, ancak bir mahpusun ümitsizliğinden ortaya çıkabilecek bir çözüm buldu. Kılıcı yok edemiyor, kendisi de içinden çıkamıyorsa; o zaman sonsuz yok oluşu kucaklayacaktı.

Aatrox şimdi bu acımasız amacını gerçekleştirmek için gittiği her yere savaş ve ölüm götürüyor. Körü körüne bağlandığı umut, tüm evreni son bir kıyamet savaşına sürükleyebilmek. Bu savaşta her şey, ama her şey yok olursa belki kılıcın ve kendisinin de ortadan kalkacağını umuyor.