ŞİMDİ DİNLE

ŞİMDİ DİNLE
League of legends oynarken dinlenecek müzikler

5 Nisan 2020 Pazar

AURELION SOL HIKAYESI

AURELION SOL YILDIZLARIN HÂKİMİ

Aurelion Sol, bir zamanlar kozmosun engin boşluğunu kendi eseri olan gökyüzü harikalarıyla donatmasıyla tanınır. Şimdilerdeyse muhteşem gücü, kendisini kandırıp köleleştiren uzay kâşifi bir imparatorluğun boyunduruğunda. Yıldızları işlediği günlere dönme hasretiyle yanıp tutuşan Aurelion Sol, özgürlüğünü yeniden kazanmak için gerekirse gökteki yıldızları bile yeryüzüne indirmekten çekinmez.

Kuyruklu yıldızlar genellikle büyük değişimlerin ya da huzursuzluklarla dolu günlerin alâmeti olarak yorumlanır. Bu alevler içinde gelen habercilerin ışığında yeni imparatorlukların yükseldiği, kadim medeniyetlerin çöktüğü; hatta göründükleri dönemlerde yıldızların bile gökten düşebileceği rivayet edilir. Bu teoriler çok daha tuhaf bir gerçeğin sadece görünen tarafıdır oysa. Aslında kuyruklu yıldızların ışıltısı, akıl sır ermez güce sahip bir kozmik varlığı gizlemeye yarar.

Aurelion Sol adıyla tanınan varlık, uzay tozlarının birleşip dünyalar ortaya çıkardığı ilk zamanlarda bile kadim bir varlıktı. Her şeyin meydana geldiği o ilk anda doğan Aurelion Sol; hayal bile edilemeyecek boyutlardaki bu tuvali, kendisi için muazzam bir mutluluk ve gurur kaynağı olan ışıltılarla doldurmak için engin boşluğu arşınlamaya başladı.

Kozmik ejderhalar nadir görülen varlıklardır; bu nedenle de Aurelion Sol emsalleriyle çok az karşılaştı. Gün geçtikçe daha fazla yaşam biçimi ortaya çıkıp kâinatı doldurdukça, Aurelion Sol'un göklerdeki eserlerine hayret ve merakla bakan ilkel gözlerin sayısı arttı. Sayısız dünyadan bu kadar hayranının olmasıyla gururu okşanan Aurelion Sol, bu varlıkların yeni filizlenen medeniyetlerini izlemekten büyük keyif alır oldu; yıldızlarının tabiatı hakkında komik ve sadece kendilerini temel alan felsefeler ortaya koyuyorlardı.

Layık gördüğü pek az ırktan biriyle daha derin bağlar kurmayı arzulayan kozmik ejderha, varlığıyla onurlandırmak için türlerin en hırslısını seçti. Seçilen bu bir avuç varlık, kâinatın sırlarına vakıf olmaya çalışıyordu ve çoktan kendi gezegenlerinin ötesine uzanmayı başarmıştı. Yıldızların Hâkimi'nin minicik gezegenlerine inip varlığını Targon'lulara ilan ettiği gün hakkında nice mısra yazılmıştır. Gök kubbeyi yoğun bir kasırgayla kaplayan yıldızlar, döne döne görenlerin hem gözlerinin kamaşmasına hem de dehşete kapılmalarına neden olan, devasa bir biçim almıştı. Yaratığın bedeninde pırıl pırıl kozmik mucizeler yüzüyordu. İradesiyle yepyeni yıldızlar ışıldıyor, takım yıldızlar düzenlerini değiştiriyordu. Işık dolu gücüne doğal olarak hayran kalan Targon'lular, ejderhaya Aurelion Sol adını verdi ve ona hürmetlerini temsil eden bir hediye sundu: Yıldız taşlarıyla bezeli, ihtişamlı bir taç. Bu hediyeyi çok beğenen ejderha, tacı hiç düşünmeden taktı. Yine de Aurelion Sol çok geçmeden can sıkıntısına yenik düştü ve uzayın bereketli enginliğindeki uğraşlarına döndü. Gelgelelim ziyaret ettiği minik dünyadan uzaklaştıkça ruhuna daha fazla işleyen bir sıkıntı hissetti; sanki bir güç onu yolundan saptırıyor, başka bir yere çekiyordu! Kozmik enginliğin öbür ucundan haykırıp emirler yağdıran sesler geliyordu kulağına. Anlaşılan aldığı hediye, aslında hediye falan değildi.

Hiddete kapılan Aurelion Sol, kendisine hükmetmeye kalkan dürtülere direndi ve bağlarını güç kullanarak koparmaya çalıştı; ancak yeni efendilerine yönelik her saldırısına karşılık yıldızlarından birinin gök kubbeden ilelebet silinip gittiğini fark etmesi uzun sürmedi. Aurelion Sol artık muazzam bir büyünün boyunduruğu altındaydı ve bu büyü yüzünden güçlerini sadece Targon'un çıkarına kullanmaktan başka çaresi yoktu. Evrenin derinliklerinde, kâinatın temel taşlarını yerle bir etmeye çalışan menfur canavarlara karşı mücadele etti. Bazılarını zamanın başlangıcından beri tanıdığı başka kozmik varlıklarla dövüştü. Bin yıl boyunca Targon'un savaşlarını yürüttü, egemenliğine yönelik bütün tehditleri alaşağı etti ve Targon'luların yıldızlara uzanan bir imparatorluk kurmalarına yardımcı oldu. Oysa bütün bu vazifeler Aurelion Sol'un olağanüstü yeteneklerine hakaretti; ne de olsa o, kâinata ışık getirendi! Neden bu aşağılık yaratıklara boyun eğmek zorundaydı?

Geçmişteki ihtişamlı eserleri bakımsız kalan gök kubbeden yavaş yavaş silinip giderken, Aurelion Sol bundan böyle asla yeni ışıldamaya başlamış bir yıldızın sıcaklığını hissedemeyeceğini kabullendi. Sonra kendisini bağlayan inatçı güçte bir zayıflama hissetti. Tacından gelen sesler daha az duyulmaya, çelişkiye düşmeye, birbiriyle çatışmaya başladı; bazıları da tastamam suskunluğa gömülüyordu. İdrak edemediği bilinmez bir karmaşa, kendisini boyunduruk altına alanların dengesini bozmuştu. Çözülüyorlardı ve dikkatleri dağılmıştı. O zaman kozmik ejderhanın yüreğinde bir umut ışığı belirdi.

Sonunda özgürlüğüne kavuşma ihtimalinin kışkırtıcı cazibesine dayanamayan Aurelion Sol, böylece her şeyin başladığı dünyaya döndü: Runeterra'ya. Denge nihayet burada onun lehine değişecek. Böylece yıldızların dört bir yanındaki nice medeniyet, Aurelion Sol'un başkaldırısını seyredip bir kez daha kudretine şahit olacak. Kozmik ejderhaların gücünü kendi çıkarları için çalmaya heves edenlerin akıbetini görmeyen kalmayacak.

4 Nisan 2020 Cumartesi

ASHE HIKAYESI


ASHE AYAZ OKÇU

Ashe, kabilelerin birbirine yaptığı acımasız akınların ve klanlar arasındaki kanlı savaşların, soğuk rüzgârların uluması ve tundranın amansız soğuğu kadar doğal olduğu Kuzey Freljord'da doğdu.

Ashe hem az nüfuslu, anaerkil Avarosa kabilesinin şefi Grena'nın tek kızı hem de bir Buzdoğan'dı. Buzdoğanlar, nesillerdir yaşadıkları toprakların sihriyle aralarında bir bağ bulunan ve Gerçek Buz'un gücünü kullanabilmek gibi nadir yetenekleri olan savaşçılardı. Herkes Ashe'in annesinin izinden giderek kabilenin yeni şefi olacağını farz ediyordu; ancak onun şanda şöhrette gözü yoktu. Savaşçı soyunun ve doğaüstü yeteneklerinin omuzlarına yüklediği büyük sorumluluk yüzünden kendini herkesten kopuk, yalnız ve sıkıntılı hissediyordu.

Tek tesellisi Ornkaal Kayalıklarındaki yaz avları sırasında onlarla kalan, kardeş bir kabileye üye ve Ashe'le yaşıt bir Buzdoğan olan Sejuani'ydi. İki kız arasındaki arkadaşlık çocukluklarını şekillendirmişti ama ergenliğe girmelerinden hemen önce birbirlerinden kopmak zorunda kalmışlardı. Grena her ne yaptıysa Sejuani'nin kabile şefi olan büyükannesini gücendirmiş, iki kabile arasındaki dostluk aniden bitmişti.

Kısa süre sonra, artık gençliğini yitirmeye başlayan Grena halkını eski görkemli günlerine döndüreceğini umduğu “Avarosa'nın Tahtı”nı aramaya koyuldu. Taht aslında kıymetli ve büyülü eşyalardan oluştuğu iddia edilen ama gerçek olup olmadığı bilinmeyen bir defineydi.

Fakat Grena kehanetlere ve efsa

nelere duyduğu inanç yüzünden pek çok risk alıyor, bu yüzden kabilesi sık sık zayıf düşüyordu. Sonunda, başka bir kabilenin bölgesine yaptıkları tehlikeli ve gereksiz bir saldırı sırasında Grena öldürüldü. Ani ölümü Ashe'i kaçmak zorunda bırakmıştı. Kabile üyelerinin çoğu ise hayatını kaybetmişti.

Peşinde düşmanlarıyla bir başına kalan Ashe, annesinin son haritasını takip ederek ıssız bir buz dağına doğru yöneldi. Burada gerçekten de Avarosa'ya ait olabilecek bir mezar ve onun Gerçek Buz'dan yapılma yayını buldu. Bu silahı kullanarak annesinin öcünü aldı. Sonra batıya yöneldi.

Ashe görev bilincinden midir, yalnızlıktan mıdır bilinmez ama karşılaştığı dağınık Ocakkanlı, yani insan kabilelerini korumaya başladı ve bu sayede ünlendi. Esir alma geleneğine uymayı reddetti. Onun yerine bu çaresiz insanları yeni kabilesinin eşit üyeleri yaptı. Böylece şöhreti hızla yayıldı. Kısa süre içinde, pek çok kişi Ashe'in sadece Avarosa'nın yayını taşımakla kalmayıp efsanevi savaşçının bizzat kendisi olduğuna inanmaya başladı. Freljord'u birleştirmek için yeniden doğmuştu.

Ama masallar takipçilerinin karnını doyurmazdı. Güneye yaptıkları uzun göç, kabileyi açlıktan ölmenin eşiğine getirmişti. Böylece Ashe, hakkındaki efsanelerden faydalanmaya başladı. Onları kullanarak güçlü ve geniş topraklara sahip güney kabileleriyle anlaşmalar yaptı. Kabilelere, onları birleştirerek komşu krallıklara rahatça kafa tutacak bir ulus haline getirmeyi vaat etmişti.


Bu yeni ittifaklar beraberlerinde yeni tehlikeler de getirdi. Ashe çabucak kendini bir politik çekişmenin merkezinde buldu. Freljord kabilelerinin yöneticileri olan savaş analarının evlenmesi beklenirdi. Eşini önde gelen kabilelerin birinden seçecek olursa diğerleri öfkelenecekti. Ashe isterse birden fazla koca alabilirdi ama bu da çekişmenin kendi evine taşınıp alevlenmesine neden olacaktı. Sonuçta dökülecek olan kan, kurmak için dişini tırnağına taktığı ittifakları bozacaktı.

Bu soruna bulduğu çözüm, soyu neredeyse tükenmiş bir dağ klanına üye, yoksul, avare bir savaşçı olan Tryndamere'di. Adam ne ruh gezginiydi ne de doğanın güçlerinden gelen güçleri vardı; ama Ashe'in yeni kurduğu başkente gelir gelmez, kendini bulduğu her düello ringine atmıştı. Hiçbir şeye aldırış etmeden savaşıyor, klanından geriye kalan yokluk içindeki bir avuç insanın daha güçlü kabilelerden birine katılmaya layık olduğunu kanıtlamaya uğraşıyordu; fakat acımasız savaş tarzı ve olağandışı kuvveti Freljord'lulara göre bile aşırıydı. Pek çok kişi, onun kötücül sihirden güç aldığından şüpheleniyordu. Bunlara kulak asmayan Ashe, Tryndamere'e ilk ve tek yeminlisi olması karşılığında halkını kendi halkına katmayı teklif etti.

Tryndamere gönülsüz de olsa kabul etti. Evlilikleri politik amaçlarla yapılmış olmasına rağmen aralarında gözle görülür bir çekim vardı. Bu çekim yavaş yavaş gerçek bir sevgiye dönüştü.

Ashe şimdi, kuşaklardır Freljord'da kurulmuş en büyük kabileler birliğinin başı; ancak kurduğu bu birlik iç entrikaların, yabancı güçlerin, şiddet yanlısı Kışın Pençesi'nin sürekli büyüyen ordusunun ve Ashe'in en azından inanıyormuş gibi yapması gereken sözde bir kaderin sürekli yıkmakla tehdit ettiği gergin bir barışın üstünde dengede durmaya çalışıyor.

3 Nisan 2020 Cuma

APHELIOS HIKAYESI

APHELİOS İTİKATIN SİLAHI

Ay, Targon Dağı'nın baş döndüren yükseklikteki yamaçları üzerinde asılı durur. Hem çok uzaktadır hem de gerçek olamayacak kadar yakın görünür.

Targon Dağı'nda yaşayan Lunari inancı mensupları, maddi ayın ruhlar âlemindeki yansımasının gölgesinde kalarak tutulduğu nadir bir "ay kavuşması" sırasında doğan Aphelios'la ikiz kız kardeşi Alune'yi yazgının çocukları olarak görüp doğumlarını büyük sevinçle karşıladılar.


İki çocuk kaderin işaretini taşıdıklarını biliyorlardı. Doğumlarını muştulayan göksel olayı yankılarcasına Aphelios bedence taş gibi sağlam, Alune de ayın ruhani yansıması gibi büyük bir sihir gücüne sahip olarak doğmuştu. Sofuluk derecesinde inançlı olan kardeşler gizem, derin düşünce ve keşif üzerine kurulu bir inanışta yetişti ve karanlığı sadece inançları yüzünden değil, onları koruyabilecek tek şey olduğu için kucakladı.

Targon Dağı'nı yöneten Solariler, Lunarileri kafir kabul edip gizlenmeye zorlamıştı. Öyle ki çoğu artık Lunarilerin varlığını bile unutmuştu. Lunariler gölgelere çekilerek Solarilerin gözünden uzak tapınaklarda ve mağaralarda yaşamaya başladılar.


Aphelios, diğer Lunarilere örnek olma zorunluluğu yüzünden büyük bir baskı hissediyordu. Tılsımlı ay taşından yapılma silahlarıyla yorulmak bilmeden çalışıyordu. Başkalarının kanını dökerek inancını koruyabilmek için idmanlarda kendi kanını döküyordu. Şiddetli duyguları olan ve çabuk incinen bir yapısı vardı. Başka arkadaşlıklar aramak yerine kız kardeşiyle çok derin bir bağ kurdu.

Aphelios Lunarileri korumak için gitgide daha tehlikeli görevlere gönderilirken Alune ondan ayrı olarak kâhinlik eğitimi alıyor, parlak sihrini kullanarak gizli yolları ve gerçekleri ayın ışığıyla ortaya çıkarıyordu. Zaman içinde görevleri, Alune'nin kardeşiyle birlikte büyüdükleri tapınaktan ayrılmasını gerektirdi.

Alune'den ayrı kalan Aphelios'un inancı zayıfladı.

Kendine bir amaç bulmak için ne yapacağını bilemedi. Sonunda karanlıkların içine törensel bir yolculuk yapmaya gönüllü oldu. Lunarilerin bu yolculukta yörüngelerini, yani hayattaki amaçlarını bulacağı söylenirdi. Ayın ışığını takip ederek bir su birikintisine vardı. Suyun yüzeyinin hemen altında nadir bulunan noctum çiçekleri açmıştı. Bu çiçekler zehirliydi ama damıtıldıklarında içeni gecenin gücüne açık hale getiren bir sıvı elde ediliyordu.

Noctum çiçeklerinin özünü içen Aphelios öyle büyük bir acı duydu ki başka hiçbir şey hissetmez oldu.

Bundan kısa süre sonra, Marus Omegnum adlı kadim bir tapınak yüzyıllardır ilk defa ruhlar âleminden maddi âleme geçmeye başladı. Dağdaki Lunariler, semavi döngünün ilerleyişini ve güç dengesinin değişimini görmek için gizlendikleri yerlerden çıkıp toplandı.

Tapınak her ortaya çıkışında, büyü gücü yüksek tek bir kişiyi içine kabul ederdi. Bu seferki Alune olacaktı. Yörüngesi onu tapınağa götürüyordu. Genelde hiçbir istekte bulunmayan Aphelios törene katılmayı rica etti.

Fakat tapınak iki dünyayı ayıran örtüden ışıl ışıl bir sihir gösterisiyle geçerken, geceyi çok daha çiğ bir ışık doldurdu. Semavi döngü kendi lehlerine döndüğü halde Lunariler her nasılsa bulunmuşlardı.

Bir Solari ordusu üstlerine saldırdı. Lunari kafirliğini ateş ve çelikle ortadan kaldıracaklardı. Her şey bitmiş gibiydi. Aphelios bile yenilmişti. Ay taşından silahları paramparça şekilde yerde yatıyordu. O, noctum özüne ulaşmaya çalışırken dudaklarındansa kan sızıyordu.

Savaş devam ederken Alune de tapınağın derinliklerine doğru ilerliyordu. Merkezine ulaştığında, gerçek potansiyeli açığa çıktı. Aphelios noctum'un verdiği acının içinde Alune'nin gücünün onu sarmaladığını hissetti... ve onun sesini duydu. Kız kardeşi hafif bir fısıltıyla büyüsünü Aphelios'un ellerine uzattı. Büyü katılaşıp ay taşına dönüşerek kaybettiği silahların yerini aldı.

Aphelios'un becerisi ve Alune'nin büyü gücü, ay ile ruhani yansımasının kavuştuğu gibi kavuştu.

Solariler gün doğumunu görecek kadar yaşamayacaktı.

Alune'nin gücü arttıkça genç kadın tapınağı Solarilerden korumak amacıyla onu içinde kendisiyle birlikte ruhlar âlemine itti. Alune tapınağın odaklayıcı etkisiyle artan büyü gücünü bir mihrak bulduğu sürece her yere yansıtabiliyordu. Aphelios'un damarlarında akan zehir de ideal bir hedefti.

Yazgılarını ancak şimdi anlamışlardı. Aphelios acıyla kendi içini boşaltacak, bu sayede ayın gücüyle dolacaktı. Alune tapınakta tek başına yaşayacak ama dünyayı kardeşinin gözlerinden görebilecek ve ona rehberlik edebilecekti.


Fedakârlık ve ıstırapla birbirlerine bağlanacak, birlikte Lunarilerin ihtiyaç duyduğu silah haline geleceklerdi. Sadece ayrı kalmaları halinde birlikte olabileceklerdi. Ruhları iki âlemi ayıran örtünün iki yanından birbirine değecek, hep uzakta ama inanılmaz derecede yakında olacaktı. Bütünleşip akıllarının ermediği bir şeye dönüşeceklerdi.

Saldırıdan kurtulup tekrar dağın gölgelerine çekilen Lunarileri korumak için, Aphelios'un suikastçı becerilerinin kapsamı ve etkisi Alune'nin büyüsüyle ona yaptığı, birlikte tamamladıkları görevlerle mükemmel hale gelen çeşit çeşit silahla arttı.

Targon'un güç dengeleri değiştiği ve Solariler Lunarilerin hâlâ hayatta olduğunu öğrendiği için Aphelios'la Alune'ye her zamankinden çok ihtiyaç var.

2 Nisan 2020 Perşembe

ANNIE HIKAYESI

ANNIE ŞEYTAN ÇEKİCİ

Boram Darkwill'in tahtta geçirdiği son yıllarda, Noxus'da büyük bir belirsizlik hüküm sürüyordu. Büyüye yeteneği olan pek çok kişi, başkentten ayrılıp nispeten daha huzurlu olan diğer illere taşınıyordu. Bunlardan biri olan Boz Gregori ile Amoline adlı bir cadı olan eşi sahip oldukları Noxus gücünü soylu ailelerin politik entrikalarına alet olarak değil, sınır bölgelerinin vahşi doğasını medenileştirmek için kullanmayı tercih etmişti.

Genç çift kuzeydeki Demirdiş Dağları'nın ilerisinde bir araziyi kendilerine ayırıp kış gelmeden ve ilk çocukları doğmadan hemen önce evlerinin inşasını bitirmeyi başardı. Yolculukları sırasında diğer yerleşimcilerin bir zamanlar o bölgede yaşayan dev gölge ayıları hakkında anlattığı hikâyeler Amoline'i çok etkilemişti. Karnı burnunda haliyle şöminenin önünde otururken, bu koruyucu yaratıklara benzeyen bir oyuncak dikerek vakit geçirmeye başladı. Tam oyuncağın son düğme gözünü de dikerken doğum sancıları tuttu. Gregori sonradan kızının yeni oyuncağıyla oynamak istediği için bu kadar çabuk geldiğini söyledi; çünkü Amoline Annie'yi oracıkta, şöminenin önünde, közlerin yaydığı ışık ve sıcaklıkta dünyaya getirmişti.


Annie daha yeni yeni yürümeye başlamışken, bir gün o da babası da çok hastalandılar. Gece karanlığı çöktükçe Annie ateşten yanmaya başladı. Bir süre sonra o kadar ısınmıştı ki annesi onu kucağında tutamaz olmuştu. Amoline sonunda başka çare göremeyince civardaki ırmaktan soğuk su getirmeye gitti. Sabah olduğunda Gregori uyandı. Hastalıktan hâlâ her yeri kırılıyor, uyku sersemliğini atamıyordu. Annie ise turp gibi olmuş, beşiğinde oyuncak ayısı Tibbers ile oynuyordu. Fakat Amoline yoktu.

Annie yaşının verdiği saflıkla annesinin bir gün döneceğine inanıyordu. Gregori sık sık kızını annesinin şömine başındaki sallanan sandalyesine oturmuş, kucağında Tibbers'la çıtır çıtır yanan ateşe bakarken buluyordu. Halbuki şöminede sönmüş ateşin soğuk külleri olmalıydı. Böyle dalgınlıkları, tek başına çocuk yetiştirmenin yorgunluğuna veriyordu.

Gel zaman git zaman, bölgeye başka yerleşimciler de geldi. Gregori bir süre sonra Leanna adlı bir kadınla tanıştı. Leanna da Daisy adlı küçük kızıyla birlikte başkentten ayrılmış, kendisine yeni bir hayat kurmak istiyordu.

Annie yeni bir oyun arkadaşı olacak diye çok sevinmişti ama aynı zamanda tek çocuk olduğu için çok da şımartılmıştı. Üvey annesiyle kardeşine alışması güç oldu. Annie'nin yakıcı öfkesi ne zaman patlayıverse Leanna tedirgin oluyor, hemen kendi kızının tarafını tutuyordu. Üçünün arasını bulmak Gregori'ye düşüyordu.

Vahşi sınır bölgelerinin tehlikelerine alışık olmayan Daisy, bir gün dışarıda oynarken korkunç bir akıbete uğradı. Leanna kızının ölümünden elbette Annie'yi sorumlu tuttu. Bütün öfkesiyle üzüntüsünü üvey kızının en değerli eşyası olan Tibbers'a yöneltti. Annie, annesinden kalan son hatırayı kaybetme ihtimali karşısında dehşete kapıldı. Korkusu sınırsız bir hiddete dönüştü ve içinde yatmakta olan büyük ateş büyüsü gücü birden taştı. Oyuncak ayı ise canlanarak alevlerden oluşan koruyucu bir burgaca dönüştü.

Alevler sönüp küller çöktüğünde, Annie öksüz ve bir başına kalmıştı.

Şehirli yetişkinlerin üvey annesi gibi olduğuna karar veren Annie, öncü yerleşimcilerin yaşadığı bölgelerde kaldı. Şirin görünümüne kanan yerleşimciler bazen onu evlerine alıp karnını doyuruyor ve ona yeni giysiler veriyorlar. Asla yanından ayırmadığı oyuncak ayısına el uzatmaya çalışanlarsa alevler içinde can veriyor.

Karşılaşabileceği tehlikelerin (ve kontrol edemediği güçleriyle başkaları için ne kadar tehlikeli olduğunun) farkında bile olmayan Annie, bir gün kendisi gibi birini bulup onunla oyun oynama umuduyla Tibbers'ın koruması altında karanlık Noxus ormanlarında geziniyor.

1 Nisan 2020 Çarşamba

ANIVIA HIKAYESI

ANIVIA BUZ ANKASI


Freljord'un en eski koruyucularından biri olan Anivia, en soğuk kış ikliminin ve buz büyüsünün vücut bulmuş hali. Diyarın tüm gücüne ve gazabına hükmeden bu varlık, kar fırtınası ve sert rüzgârı kontrol ederek memleketini savunuyor. Bu iyiliksever ama esrarengiz yaratık; hayatının, ölümünün ve yeniden doğuşunun her anında Freljord'a göz kulak olmakla görevli.

Hiç erimeyen buz tabakası gibi, Anivia da Freljord'un değişmez bir parçası. Ölümlüler bu donmuş topraklara ayak basmadan çok önce bile o buradaydı; burada sayısız ömür yaşadı, bir o kadar da öldü. Ebedi döngüsünün başlangıcı ve bitişi; öfkeli fırtınaların dinişinden, buz devirlerinin gelişine ve gidişine kadar pek çok büyük değişimin habercisi oldu hep. Derler ki buz ankası öldüğünde, bir devir kapanır; tekrar doğduğunda ise, yeni bir çağ başlar.

Anivia'nın geçmiş yaşamları hafızasından silinmiş olsa da, o amacının farkında: Freljord'u ne pahasına olursa olsun korumak.


Anivia en son yeniden doğduğunda, güçlü ve birleşmiş bir insan kabilesinin yükselişine tanık oldu. Kabile gelişirken, o da toprakları gururla korudu; ama bu birlik uzun sürmeyecekti. Büyük kabile üçe ayrıldı; Anivia, Freljord halkının birbirine düşmesini kederle izledi. Memleketini paramparça eden karmaşayı dindirmeye çalışırken, daha büyük bir tehlikenin varlığını hissetti: Toprağın derinliklerinde büyüyen, eski mi eski bir kötülük. Korku içinde, buzun sahip olduğu saf büyünün karardığını ve yozlaştığını hissetti. Kötülük, suya damlayan kan gibi Freljord'a yayıldı. Kaderinin, diyarın gücüne bağlı olduğunun farkında olan Anivia, böyle bir kötülüğün bu topraklara kök salması halinde aynı karanlığın kalbine de gireceğini biliyordu. Buz Ankası artık sıradan bir bekçi olarak kalamazdı; harekete geçmeliydi.

Anivia kısa sürede Ayaz Okçu Ashe ile müttefik oldu. Ashe de, birleşmiş Freljord'un, diyarın acılarına son vereceğini düşünüyordu; Anivia, kabile liderine yardım elini uzattı. Şimdi, ufukta savaş var; Anivia barış için mücadele vermeye hazırlanıyor ama kaçınılmaz kaderinin de farkında. Bir gün, kötülük buzdan fışkıracak; Anivia onu yok etmek zorunda, bedeli ne olursa olsun.

31 Mart 2020 Salı

AMUMU Hikayesi

YANLIZ MUMYA AMUMU

''Ölülerden bile daha yalnız olmak mümkün.''

Shurima'lı yalnız ve melankolik Amumu, bir arkadaş bulabilmek ümidiyle dünyayı karış karış dolaşıyor. Etkisi altında olduğu kadim lanet yüzünden dokunduğu, sevdiği her şeyin felaketi olduğundan, sonsuza dek yapayalnız kalmaya mahkûm. Onu gördüğünü iddia edenler ufak yapılı, yosun rengi, sargılarla kaplı Amumu'yu yaşayan bir cesede benzetiyor. Amumu, nesiller boyu anlatılan ya da dile getirilmeyen pek çok efsaneye konu olmuş; öyle ki, artık ona dair neyin gerçek neyin yalan olduğunu ayırt etmek imkânsız bir hâl almış durumda.


Shurima'nın çetin halkı, bazı gerçeklerden oldukça emindir: Rüzgâr sabahları her zaman batıdan eser, gökte dolunay varken mideyi tıka basa doldurmak uğursuzluk getirir ve gömülü hazineler, her zaman en ağır taşın altında bulunur. Ancak Amumu'un hikâyesi, onlardan biri değil.

Bazı söylentiler Amumu'nun, Shurima'nın başındaki en eski ailenin bir ferdi olduğunu ve etini hızla çürüten korkunç bir hastalığın pençesine düştüğünü anlatır. Ailenin en küçüğü olan Amumu, odasında karantinada yaşar ve duvarların ötesinden hıçkırıklarını duyan hizmetçi bir kızla arkadaşlık eder. Bu kız tahtın yalnız varisine saraydaki son haberleri anlatır ve onu büyükannesinin mistik güçlerine dair hikâyelerle avutur.

Bir sabah Amumu'ya hayattaki son erkek kardeşinin de vefat ettiğini ve böylece onun Shurima İmparatoru olduğunu haber verir. Bu acı haberi tek başına kaldırmasını istemediğinden, kapıyı açarak onu teselli etmek için içeriye koşar. Kıza sarılan Amumu, dokunuşuyla onu da ailesiyle aynı korkunç kadere mahkûm ettiğini fark edip ellerini geri çekse de nafiledir.

Kız öldükten sonra, büyükannesi genç imparatora lanetler yağdırır. Ona göre Amumu, torununun katilidir. Lanet etkisini gösterdiğinde, Amumu kehribarın içine hapsolan bir böcek misali o ıstırap dolu anın içinde tutsak kalır.

Diğer bir hikâyedeyse korkunç bir kibirden, zalimlikten ve zorbalıktan bahsedilir. Genç yaşta Shurima İmparatoru olan Amumu, güneşin onu kutsadığına inanarak halkını, kendisini tanrı kabul etmeye ve ona tapınmaya zorlar.

Amumu altın bir yeraltı mezarının içinde gömülü, Angor'un Gözü adı verilen ve ona gözlerini kaçırmadan, yürekli bir şekilde bakabilenlere sonsuz yaşam bahşettiği söylenen kadim bir eşyanın peşindedir. Köleleriyle birlikte yıllar yılı bu hazineyi bulmak için uğraşır; onu yeraltındaki labirentvari dehlizlerde taşıyan köleleri, Amumu ilerleyebilsin diye önden giderek vahşice tuzaklara yakalanıp can verir. Sonunda muazzam, altın kemerli geçide ulaşan Amumu, burada düzinelerce taş ustası adamına mühürlü kapıyı açmalarını emreder.

Genç imparator Angor'un Gözü'ne kavuşmak için aceleyle içeri dalınca, köleleri ellerine geçen şansı değerlendirerek taş kapıyı Amumu'nun arkasından kapatıp mühürler. Kimileri, çocuk yaştaki imparatorun uzun yıllar karanlığa mahkûm olduğunu, yalnızlıktan delirip kendi derisini parçaladığını ve bu yüzden bandajlara sarılı olduğunu söyler. Göz sayesinde uzun yıllar hayatta kalan Amumu, geçmişte yaptığı hataları düşünerek tefekküre dalar; ancak sonsuz yaşamın bedeli, sonsuza dek yalnız kalmaktır.

Bir gün, arka arkaya yaşanan şiddetli depremlerle anıt mezar parçalanınca, imparator aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmeden dışarı çıkar. Bundan böyle amacı, geçmişte diğerlerine yaşattıklarını telafi etmektir.

Başka bir hikâyede Amumu, Shurima'nın ilk ve tek yordle hükümdarıdır ve insan kalbinin saflığına olan inancıyla tanınır. Onu hakir görenlere inat, tek bir gerçek arkadaş edinene dek bir dilenci olarak yaşamak üzerine yemin ederek Shurima'lıların, hemşerilerinin yardımına koşacağını söyler.

Oysa hırpani görünümlü bu yordle'ın yanından geçen binlerce insandan hiçbiri, ona yardımcı olmak için elini uzatmaz. Amumu'nun kederi zamanla içinde öyle büyür ki, sonunda kalp kırıklığından hayata gözlerini yumar. Ancak ölüm, onun için bir son değildir. Bazıları onu halen geceleri çölde dolaşıp, insanlara olan inancını tazeleyebilecek birilerini ararken gördüğünü iddia eder.

Hikâyeler farklı olsa da, ortak noktaları görmek zor değil. Ne yaşanırsa yaşansın Amumu her seferinde boşluğa düşmeye, ilelebet yalnız ve arkadaşsız kalmaya mahkûm. Yalnızlığını dindirecek birilerini bulmak için sonsuza dek çabalıyor ve lanetli varlığı, dokunduğu herkesi ölüme sürüklüyor. Sobada ateşin en harlı yandığı soğuk kış gecelerinde, asla onu avutacak bir arkadaş bulamayacağını bilerek çölde çaresizce gözyaşı döken Hüzünlü Mumya'nın sesini duymak mümkündür.

Kefaret, akrabalık, belki de azıcık bir yakınlık kırıntısı; Amumu'nun aradığı her ne ise, şafakta rüzgâr nasıl hep batıdan eserse, onun da aradığını henüz bulamadığı kesin.

TAMAH VE GÖZYAŞLARI

''Tanrılar çok öfkelenmişti ve yeryüzünü sarstılar. Çatırdayan toprakta yarıklar açıldı,'' dedi ihtiyar Khaldun, keskin yüz hatlarını aydınlatan ateşin ışığında. ''İşte bu yarıklardan birinin içine macera ateşiyle yanıp tutuşan genç bir adam daldı. Bir açıklık buldu; bu, Çakal bilir ne zamandır saklı kalmış bir yeraltı mezarının girişiydi. Adamın evde doyuracak çocukları ve mutlu etmesi gereken bir karısı vardı. Bu yüzden karşısına çıkan bu fırsatı değerlendirmek için gözünü karartıp içeri girdi.''

Çoluk çocuk, genci yaşlısıyla herkes ihtiyar adamın anlattığı hikâyeyi dinlemek için toplanmıştı. Hepsi perişan hâldeydi. O gün çok yol kat etmişlerdi ve Shurima güneşi acımasızdı ama Khaldun'un nadiren anlattığı hikâyelerin de tadına doyum olmuyordu doğrusu. Gecenin ayazından korunmak için pelerinlerine iyice sarınıp ihtiyar adama doğru sokulmuşlardı.

''Yeraltı mezarının içindeki serinlik, dışarıdaki kavurucu havadan sonra iyi gelmişti. Genç adam bir meşale yaktı. Meşalenin ışığıyla belirginleşen gölgeler, adamın önünde adeta dans ediyordu. Olası tuzaklara karşı temkinli adımlar atmaya başladı genç adam. Fakir olabilirdi ama kesinlikle ahmak değildi.

İçerideki dümdüz obsidiyen duvarlara kadim kabartma yazı ve resimler işlenmişti. Gerçi okuması yoktu; sonuçta o basit bir adamdı, ama yine de resimleri incelemekten geri kalmadı.

Hizmetkârların taşıdığı bir güneş kursunun üzerine bağdaş kurup oturmuş, gülümsemesiyle insanın içini aydınlatan bir çocuk prens gördü. Önünde hazinelerle dolu sandıklar serilmişti; biraz ötedeyse sandıkları getiren ve saygıyla eğilip selam duran, tuhaf kıyafetli elçiler görünüyordu.

Başka bir kabartmadaysa halkının arasında yürüyen çocuk prensin yine ışık saçan güler yüzü tasvir ediliyordu. Tebaası, prenslerinin önünde yere kapanmıştı. Çocuğun tacı, özenle şekil verilmiş güneş ışınları saçıyordu.

Kabartma resimlerden birinin önünde som altından bir heykelcik duruyordu. Sadece bu heykelin ederi bile genç adamın on ömür boyu çalışıp kazanabileceğinden fazla görünüyordu. Adam heykeli aldığı gibi heybesine attı.

Oyalanmaya hiç niyeti yoktu. Başkalarının da buraya gelmesinin fazla sürmeyeceğinin farkındaydı. Geldikleri zaman burada olmak istemiyordu. Tamahkârlık en muhteşem insanların bile gözünü kör edebilen bir şeydi; genç adam gelenlerin bu altın heykel ve yeraltı mezarının derinlerindeki başka hazineler uğruna gözlerini bile kırpmadan kanını akıtabileceklerini biliyordu. Gelgelelim genç adamın pek çok kusuru olsa da hırs bunlardan biri değildi. Bu yüzden daha da ilerlemeye gerek görmedi. Derinlerde saklı diğer hazineler varsın başkasının olsundu.

Yeraltı mezarından çıkmadan önce gözü son bir kabartma resme takıldı. Prens ölmüştü ve boylu boyunca bir kaidenin üzerinde yatıyordu. Çevresini saranlar yas tutuyordu... ama arka tarafta kutlama yapan insanlar görünüyordu. Bu çocuk prens çok mu seviliyordu yoksa zorbanın teki miydi? Anlamanın imkânı yoktu.

Ansızın karanlığın içinden, tüylerini diken diken eden bir ses duydu genç adam.

Meşalesini önünde tutup fal taşı gibi gözlerle etrafına bakındı... Koca bir hiç.

'Kim var orada?' diye seslendi. Aldığı tek karşılık, sessizlik oldu.

Genç adam başını salladı. 'Rüzgârın sesi işte, sersem şey,' diye geçirdi aklından. 'Sadece rüzgârın sesi...'

Sonra ses yeniden yankılandı; bu defa daha net geliyordu. Yeraltı mezarının derinlerine uzanan karanlıkta bir çocuk ağlıyordu.

Başka yerde duymuş olsa, babalık içgüdüsüyle sese doğru koşardı ama bu yeraltı mezarının karanlığında?

İçinden bir ses, var gücüyle kaçmasını söylüyordu... ama genç adam kaçmadı. Ağlamaklı hıçkırık sesleri yüreğini dağlıyordu. Her hıçkırık öylesine acı, öylesine keder doluydu ki...

Bu yeraltı mezarının başka bir girişi daha olabilir miydi acaba? Yoksa küçük bir çocuk bir şekilde buraya düşüp yolunu mu kaybetmişti?

Meşalesini iyice kaldırıp ilerlemeye başladı genç adam. Ağlama sesi karanlığın içinde belli belirsiz yankılanmaya devam ediyordu.

Sonunda genç adam geniş bir salona vardı; salonun zemini kapkara bir ayna gibiydi. Duvarları süsleyen mücevherler ve salonu dolduran altın yadigârlar soluk ışıkta ona göz kırpıyordu. Salona girmek için temkinli bir adım attı genç adam.

Topuğu yüzeyle temas eder etmez bütün zemine halkalar hâlinde dalgacıklar yayıldı ve genç adam ani bir refleksle ayağını geri çekti. Su. Bu salonun zemini ayna gibi bir obsidiyenden falan yapılmamıştı; sadece suyla kaplıydı.

Diz çöküp bir avuç su aldı ve dudaklarına yaklaştırdı genç adam. Diline temas etmesiyle suyu tükürmesi bir oldu. Su tuzluydu! Shurima'nın göbeğinde, en yakın denizden fersahlarca uzakta böyle bir şey nasıl olabilirdi?

Çocuğun ağlayışını bir kez daha duydu genç adam; ses bu defa daha yakından geliyordu.

Tam meşalesini kaldırıp önüne doğrultmuştu ki ışığın ulaştığı son noktanın az ötesinde bir karaltı fark etti. Karaltı, sırtını adama dönüp çömelmiş bir çocuğun şeklini andırıyordu.

Adam temkinli bir adımla salona girdi. Zemini kaplayan su pek de derin sayılmazdı. Ensesindeki bütün tüyler diken diken olmuştu; korkudan nefesi kesiliyordu ama adam dönüp kaçmamak için direndi.

'Kayıp mı oldun?' diye sordu, karaltıya yaklaşırken. 'Buraya nasıl geldin?'

Karaltı adama doğru dönmedi... ama nihayet konuştu.

'Ben... Ben hatırlamıyorum,' dedi. Karaltıdan gelen ses, genç adamın etrafında adeta yüzüyor, duvarlardan yankılanıyordu. Çocuk eski bir aksanla konuşuyordu. Kullandığı kelimeler kulağa bir tuhaf geliyordu... ama anlaşılıyorlardı. 'Kim olduğumu hatırlamıyorum.'

'Sakin ol, ufaklık,' dedi adam. 'Her şey yoluna girecek.'

Adam biraz daha yaklaşınca karaltının ayrıntıları belirginleşmeye başladı ve adamın gözleri bir anda yuvalarından uğradı.

Karşısındaki şekil, akikten oyulmuş bir tanrı heykelinden başka bir şey değildi. Ne duyduğu hıçkırıklar ne de çocuk sesi bu heykelden gelmiş olabilirdi.

Tam bunları aklından geçirirken minicik, kupkuru bir el adamı yakaladı.''

Dinleyicilerin en küçüğü heyecan içinde nefesini tuttu, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Öteki çocuklar kahkahayı bastı ama korkmamış numarası yaptıkları her hâllerinden belliydi. İhtiyar Khaldun, altın dişini ateşin ışığında parıldatarak sırıttı. Sonra hikâyesine devam etti.

''Genç adam bakışlarını aşağı çevirdi. Minik prensin ketenler sarılı cesedi, burnunun dibinde duruyordu. Suratının tamamı defin sargılarıyla kaplı olmasına rağmen, canı çekilmiş çocuğun göz yuvalarından donuk, hayaletimsi bir ışık yayılıyordu. Ceset çocuk, adamın elini tuttu.

'Arkadaş olalım mı?' diye sordu çocuk, sargıların altından boğuk gelen bir sesle.

Adam elini çocuğunkinden kurtardığı gibi geriye sıçradı. Genç adam koluna baktığında içini bir dehşet kapladı; gözlerinin önünde elindeki kan çekiliyor, eli morarıp kuruyordu. Elini mahveden duygu, kolundan yukarı tırmanmaya başladı.

Dehşete yenik düşen adam arkasına bile bakmadan kaçmaya koyuldu. Genç adam, o korku ve telaş arasında meşalesini düşürdü. Gözyaşı gölüne düşen meşale tıslayarak söndü ve yeraltı mezarına bir karanlık çöktü. Yine de gün ışığının çıkışta oluşturduğu aydınlığı ayırt edebiliyordu genç adam. Kolundan yukarı doğru sinsice tırmanan ölüm dalgasına aldırmadan düşe kalka aydınlığa doğru koştu.

Ölü çocuğun kendisini her an yakalayabileceği korkusuyla kalbi gümbür gümbür atıyordu... ama öyle bir şey olmadı. Sanki bir sonsuzluk denizine düşmüştü ve asırlardır koşuyordu... Oysa gerçekte göz açıp kapayıncaya kadar karanlıktan fırlamış ve kendini yeniden çöl sıcağında bulmuştu genç adam.

Arkasından 'Özür dilerim,' diye yankılanan hüzünlü bir ses duydu. 'İsteyerek olmadı.'

İşte böylece Amumu'nun Mezarı toprağın altından çıkmış oldu,'' dedi ihtiyar Khaldun. 'İşte ölümden dönen çocuk dünyamıza böyle salıverildi.''

Kısa bir sessizliğin ardından ''Ama Amumu gerçek değil ki! Bunu bilmeyen yok!'' diye çıkıştı çocukların en büyüğü.

''Amumu gerçek bir kere!'' dedi en küçükleri. ''Kendine bir arkadaş bulmak için dolaşıp duruyor!''

''Gerçek ama çocuk değil,'' dedi bir başkası. ''Amumu bir yordle!''

Khaldun güldü ve eğri büğrü bir bastondan destek alarak ayağa kalktı.

''Ben yaşlı bir adamım ve yarın gidecek çok yolumuz var,' dedi. ''Yatmak için geç bile kaldım.''

Onu dinleyenler yavaş yavaş dağılmaya başladı; yüzleri gülüyor, fısıldaşarak huzurla sohbet ediyorlardı ama çocuklardan biri yerinden kımıldamamıştı bile. Minik kız gözlerini dikmiş, Khaldun'a bakıyordu.

''Dede,' dedi sonunda. ''Sen kolunu nasıl kaybetmiştin?''

İhtiyar Khaldun mintanının, savrulmasın diye omzuna iğnelediği boş koluna baktı, sonra da küçük kıza hınzır bir gülücük attı.

30 Mart 2020 Pazartesi

ALISTAR HIKAYESI


MINOTOR ALISTAR

Noxus'a direnen çok ulus oldu ama hiçbiri Büyük Duvar Dağlarının klanları kadar uzun süre karşı koymadı. Bu yiğit minotorlar kadim Zaun şehrine giden kara ticaret yollarını yüzyıllar boyu korumuş olsa da Valoran'ın genelindeki daha büyük savaşlara katılmaktan hep kaçınmışlardı.

Asil savaşçı Alistar tüm klanlardan saygı görürdü. Dağın zirvelerinde yankılanan kükremesi minotor topraklarına izinsiz girenlerin en cesurunu bile korkutup kaçırırdı. Savaştaysa karşısına sadece ahmaklar çıkardı. Ama yine de meclisler toplandığında türdeşlerini diğer fani ırklarıyla daha sıkı bağlar kurmaya teşvik eden o olurdu. Pek çok kişi minotorları canavar ya da havyan sanıyordu. Bu da onlarla kurulan her iletişimi tatsızlaştırıyor, dışlanmalarına neden oluyordu.

Sonra Noxus, bu durumu düzeltme vaatleriyle geldi. Elçi olarak Tewain Hanesi'nin başını yollamışlardı. Bu kadın onlara imparatorluğun, doğudaki bir kıyı şehri olan Basilich'i almaya hazırlandığını açıkladı. Fakat bunu dağların güçlü klanları olmadan yapamayacaklarını söyleyip tarafsız bir bölgede barış görüşmesi yapmalarını rica etti.

Pek çok minotor bu teklifi kabul etmeye istekliydi. Bu sayede Noxus'a katılarak istedikleri güce kavuşacaklar, kabul göreceklerdi.

Fakat Alistar şüpheciydi. Son yıllarda pek çok Noxus'lu öncü birliğiyle karşılaşmıştı. Onların hilekâr ve kurnaz bir halk olduğunu biliyordu. Bu nedenle klanı Tewain'le buluşmaya onu gönderdi. Yanına da en güçlü savaşçılarından ellisini kattılar. Herhangi bir ittifak teklifini reddedeceklerdi. Diğer klanlar nasıl isterse öyle yapabilirdi ama Alistar uzaklarda yaşayan bir “Yüce General”in emrine girmeyi kabul edemezdi.

Alistar'la yanındakiler, ateşkes bayrakları altında ihanete uğradı.

Daha büyük klanlar çoktan Noxus'a sadakat yemini etmişti. Alistar rengini belli eder etmez bu klanların temsilcileri hemen onun üstüne çullandı. Savaş hızlı ve kanlı oldu. Alistar, Leydi Tewain'in kafasını elleriyle bizzat parçaladı ama kendisinin de savaşçılarının da zincire vurulması uzun sürmedi. İsyan çıkarmakla suçlanarak uzaklardaki Noxus başkentine doğru yola çıkarıldılar.

Bu talihsiz minotorlar, Can Pazarı adı verilen mide bulandırıcı bir gladyatörlük festivalinde başkentin Hesaplaşma arenalarına atıldı.

Alistar kana susamış seyircilerin tezahüratları karşısında dehşete kapıldı. Yanındaki minotorlara savaşmamaları, bu Noxus'lulara hevesle bekledikleri canice gösteriyi yaşatmamaları için yalvardı.

Festival yirmi bir gün sonra sona erdiğinde, kabilesinden bir tek Alistar hayatta kalmıştı. Kalabalığın onu taş ve çürük meyve yağmuruna tutmasından, art arda bir sürü Hesapçı'nın karşısına çıkarılmaktan gözü dönmüş bir hayvan gibi savaşmak... ve düşünmek zorunda kalmıştı. Öldürdükçe öldürdü, sonunda yurdunun anıları bile kana bulandı.

Alistar, arenalarda çalışan bir hizmetçi olan Ayelia'yla karşılaştığında eski halinden eser kalmamıştı. Genç kızı ilk gördüğünde diğer herkes gibi kendisinden korkacağını ya da onu kışkırtmaya geldiğini sanmış, böğürerek kafesinin parmaklıklarına saldırmıştı. Ama Ayelia ne korktu ne de alay etti.

Kız her gün yanına gelerek onunla saygıyla ve şefkatle konuştu. Sonunda Alistar ona aynı şekilde cevap verdi. Ayelia'nın memleketini de Noxus ele geçirmişti. Alistar'ın çektiklerini görünce, bu nefretlik şehirden birlikte kaçmaları gerektiğine karar vermişti. Kafesin parmaklıkları arasından fısıldayarak planlarını anlattı ve Alistar yıllar sonra ilk defa yurdunu, onun nasıl elinden alındığını düşünüp öfkelenmeden hatırlayabildi.

Ayelia bir gece Alistar'a hücresinin anahtarını getirdi. Bu kaçışı ayarlamak için çok fedakârlık yapmıştı. Alistar yardımlarının karşılığını on misliyle vereceğine yemin etti.

Aceleyle nehre gittiler. Orada onları bir yük teknesi bekliyordu. Fakat tam binerlerken gölgelerden Noxus'lu casuslar fırladı. Alistar kendini savaşa attı. Öfkeden gözü hiçbir şey görmüyordu. Ayelia ona defalarca seslendi ama Alistar duymadı.

Alistar saldıranların hepsini öldürdüğünde tekne çoktan uzaklaşmış, Ayelia'yı da beraberinde götürmüştü. O da yaya olarak güneye kaçtı. Hizmetçi kızı her yerde aradı ama izine bile rastlayamadı. Esir mi alınmıştı? Öldürülmüş müydü? En ufak bir ipucu bile bırakmamış gibiydi.

Birkaç hafta sonra Noxus bir askeri darbeyle kapkaranlık temellerine kadar sarsılınca arena minotorunun kaçışı unutulup gitti.

Alistar artık kimliğini olabildiğince gizleyerek tek başına yolculuk ediyor. Noxus'un ele geçirdiği bölgelerdeki halkı direnişe teşvik ediyor ve ezilenlerle sömürülenlerin adına dövüşüyor. Ancak kalbindeki utançtan kurtulup her kötülüğün ve her iyiliğin karşılığını verdiğinde öfkesini geride bırakıp dağlardaki yurduna dönecek.

Ve uğradığı her şehirde hâlâ Ayelia'nın akıbetini soruşturuyor.